Bazen, köşkten bozma bir apartmanın arka bahçesinde, orada unutulmuş birkaç yaşlı ağacın arasında duruyorum, çok kısa bir süre, bahçenin sessizliği beni sarıyor, hiçbir ses duyulmuyor, o anda o kadar uzak ki her yerden, o kadar kendi halinde ve o kadar saklı ki, bütün şehir, bütün ülke, hatta bütün dünya birkaç saniyeliğine de olsa benden kopup uzaklaşıyor, ben bir sessizlik kılıfının içinde, hiçbir şey duymadan sadece ağaçları, onların soyunmaya başlamış dallarını, dallara çarpan kış güneşinin ıssız ışıklarını, kızıldan sarıya dönmeye başlayan unutulmuş yaprakların o ışıkla sanki yeniden hayata dönecekmiş gibi ümitli duruşlarını, dipleri gölgeli apartman duvarlarını, o duvarların özellikle o saatlerdeki terkedilmiş depresif yalnızlıklarını görüyorum.
Bir sükûnet ânı.
Bütün hayatın benim etrafımdan süratle aktığını hissediyorum, bana dokunmuyor, bir sel suyu gibi bana kadar çılgınca bir hızla gelip benim önümde ikiye ayrılıyor, bana değmeden, beni ardında bırakarak akmaya devam ediyor.
Her zaman yaşamıyorum bunu.
Sanırım o ânı ve o duyguyu yaratmada en fazla “ışığın” rolü var, bir de bahçeye çıktığındaki zamanın.
O yekpare, kesintisiz, bütünlüklü zamanın içinde bazı kaçak “saniyeler” ya da dakikalar olduğuna inanıyorum, eğer o “kaçak” anlara, o “kaçak” anlara uygun, hayatın içinden kaçabilmiş “mekânlarda” rastlarsanız, bu hayattan kopuş, uzaklaşma, mutlak sükûnet duygusu ortaya çıkıyor.
Çok zor elde edilen sihirli bir karışım gibi.
Yağmurlu bir gecede olmaz mesela, ışıklar içindeki parlak bir yaz sabahında da olmaz.